Keşf ile, şühûd ile bilinemez. Fârisî beyt tercemesi:
Mahlûk, Onu nasıl görebilir?
Hangi aynada görülebilir?
Hâricde mevcûd olan, yalnız Allahü teâlâdır. Mahlûkların hepsi, vehm mertebesinde olup, Onun kudretinin görünüşleridir. Vehm mertebesi, hakîkî varlık mertebesinin zıllidir, görüntüsüdür. Vehm mertebesine, hâric mertebesinin zılli olduğu için, (Hâric) demek mümkindir. Bunun gibi, vücûdün zılli olduğu için, mevcûd denilebilir. Vehm mertebesindeki varlıklar [ya’nî mahlûklar], hâricdeki varlık gibi [ya’nî Allahü teâlâ gibi], (Nefs-ül emrî)dirler. [Ya’nî bir hayâl, bir düşünce olmayıp, kendileri vardır.] Sıfatları, işleri vardır. Sonsuz var olacaklardır. (Muhbir-i sâdık), ya’nî hep doğru söyleyici Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” böyle olacağını haber vermişdir.
Yukarıda bildirilen iki keşfden hangisinin, Allahü teâlâyı iyi tenzîh etdiğini, (ülûhiyyet sıfatları)na dahâ yakışır olduğunu iyi düşünmelidir. Hangisinin, tesavvuf yolunun başlangıcı ve ortası ile, hangisinin de yolun sonu ile ilgili olduğunu iyi anlamalıdır. Bu fakîr de, senelerce onlar gibi inanıyordum. Bu i’tikâda uygun, şaşılacak hâller ve garîb müşâhedeler hâsıl oluyordu. O makâmda çok lezzetler duyuyordum. Sonra, Allahü teâlâ lutf ederek, anlaşıldı ki, görülen, bilinen şeylerin hiçbiri, O değildi. Hepsini yok etmek lâzımdır. Cenâb-ı Hakkın ihsânı ile kendileri yok oldular. Hak sanılan bâtıl yok oldu. Gaybın sevgisi hâsıl oldu. Mevhûm, mevcûddan ayrıldı. Kadîm, hâdisden temizlendi.
50 — İKİNCİ CİLD, 50. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Mirzâ Şemseddîne yazılmışdır. İslâmiyyetin bir sûreti, bir de hakîkati olduğu ve tesavvuf yolunun başında da, sonunda da islâmiyyete uymak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İslâmiyyetin bir sûreti, ya’nî dış görünüşü, bir de hakîkati, ya’nî aslı, özü vardır. İslâmiyyetin sûreti, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdiği bilgilere inanmak ve islâmiyyetin ahkâmına uymakdır. [(İslâmiyyet), hükmler, emrler ve yasaklar demekdir. Ahkâma uymak demek, emr edilen şeyleri yapmak, yasak edilen şeylerden kaçınmakdır.] İnsanın nefs-i emmâresi îmân etmez ve islâmiyyetin sûretine uymak istemez. Onun yaratılışı böyledir. Bundan dolayı islâmiyyetin sûretine uyanların îmânı, îmânın sûretidir. Ya’nî, görünüşde îmândır. Nemâzları, orucları ve bütün ibâdetleri, ibâdetlerin sûretidir. Ya’nî, hep görünüşde ibâdetdirler. Çünki, insan deyince, insanın nefsi anlaşılır. Herkes (Ben) deyince nefsini bildirmekdedir. İnsan ibâdet yaparken, nefsi küfr hâlindedir. Yapdıklarının yerinde bir iş olduğunu inkâr etmekdedir. Böyle bir insanın îmânı ve ibâdetleri, hakîkî ve doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için îmânın ve ibâdetlerin sûretlerini, görünüşlerini, hakîkî olarak, doğru olarak kabûl buyuruyor. Böyle kullarını Cennete koyacağını söz veriyor, müjdeliyor. Cenneti ve Cennetde olan kullarını Allahü teâlâ sever. Onlardan râzıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsân sâhibi olduğu için, yalnız kalbin tasdîk etmesini, inanmasını îmân olarak kabûl buyurmuşdur. Nefsin iz’ân etmesini, inanmasını istememişdir. Böyle olmakla berâber Cennetin de hem sûreti, hem de hakîkati vardır. Dünyâda islâmiyyetin yalnız sûretine kavuşanlar, Cennetin de yalnız sûretine kavuşacaklar, yalnız onun zevkıni, tadını alacaklardır. Dünyâda islâmiyyetin hakîkatine kavuşanlar, Cennetin de hakîkatine kavuşacaklardır.
Cennetin yalnız sûretine ve yalnız hakîkatine kavuşanlar, aynı ni’metlerden meselâ aynı meyvesinden yidikleri hâlde, başka başka lezzet duyacaklardır. Resûlullahın zevceleri, mü’minlerin anneleri olup, Cennetde Resûlullahın yanında bulunacaklar, aynı meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tad alacaklardır.