İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” bunları sevmez. Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve hazret-i Osmân ile hazret-i Alî “radıyallahü anhüm”, hep Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hâtırı ve sevgisi için sevilir. Zîrâ, (Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşman olan, bana düşmanlık etmiş olur) buyurmuşdur.
Talha ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ” Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve Aşere-i mübeşşereden idi. Ya’nî Cennete gidecekleri müjdelenmiş idi. Onlara dil uzatılabilir mi? Onlara söğmek, kendini söğmek, küçültmekdir. Ömer “radıyallahü anh” vefât ederken, Sahâbe-i kirâm arasından altı kişiyi halîfe olmağa lâyık görüp, bunlardan birinin halîfe seçilmesini tavsiye etmişdi. Bunlardan birini, diğerine tercîh edememişdi. Talha ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ” o altı büyüklerden ikisidir. Her ikisi de hilâfeti istemeyip, haklarını ve re’ylerini diğer dördüne bırakmışdır. Talha “radıyallahü anh” o kimsedir ki, Server-i âleme “sallallahü aleyhi ve sellem” karşı edebsizlikde bulundu diye, kendi babasını katl ve fedâ etmişdi. Allahü teâlâ, onun bu hareketini Kur’ân-ı kerîmde medh etmişdir. Zübeyr “radıyallahü anh” ise, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, onun kâtilinin Cehennemde olduğunu haber vermişdir. Ona dil uzatanlar, la’net edenler, alçaklıkda, onun kâtilinden geri değildir. Her ikisi de, islâmın büyükleri ve müslimânların göz bebekleridir.
Eshâb-ı kirâmı aşağılamak nasıl câiz olur ki, onlar dîn-i islâmı yükseltmek ve Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” yardım etmek için, insan gücünün üstünde çalışmışlar, din uğrunda gecelerini, gündüzlerine katmışlardır. Mallarını Allahü teâlâ yolunda fedâ etdiler. Akrabâlarını, âilelerini, çocuklarını, vatanlarını, evlerini, akarsularını, tarlalarını, ağaçlarını Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgisi yolunda terk etdiler. Onun mubârek vücûdünü kendi vücûdlerine ve Onun sevgisini, mallarının ve evlâdlarının sevgisine tercîh ve takdîm etdiler. Bunlar, onlardır ki, sohbet, ya’nî arkadaşlık şerefine nâil ve o sohbetde, başkalarına nasîb olmıyan bereketlere ve derecelere mâlik oldular. Bunlar onlardır ki, vahyi, ya’nî Kur’ân-ı kerîmin inmesini görmek ve Cebrâîl “aleyhisselâm” ile berâber oturmak şerefine kavuşdular. Mu’cizelere, hârikalara şâhid oldular. Başkalarına işitmek nasîb olan ni’metleri ve ilmleri gördüler. Onlardan sonra kimseye verilmiyen kalb temizliği, rûh olgunluğu, onlara verildi. Başkaları dağ kadar altun sadaka verse, onların bir avuç arpa sadakası sevâbına, hattâ yarısına yetişemez. Allahü teâlâ, onları Kur’ân-ı kerîmde medh ederek, (Onlardan râzıyım, onlar da benden râzıdır) buyurdu.