Bu varlıkları yokdan var edenin bir olması lâzımdır. Birden ziyâde olsa, herhangi bir işi yapıp, yapmamakda uyuşamayınca, ikisinin de istediği birlikde olamaz. İkisinin istediği de olmazsa, ikisinin de gücü yetmediğini gösterir. Birinin dediği olursa, ikincisinin gücü yetmediğini gösterir. Âciz, zevallı olan, yaratıcı olamaz. İkisinin istediği birbirine benzerse, yine âciz oldukları anlaşılır. Çünki, birbiri ile uyuşmağa mecbûr kalmış oluyorlar.
İslâmiyyetin meydâna çıkdığı Arabistân yarımadasında , putlara, heykellere tapılıyordu. Fikrler, çok tanrının varlığına saplanmış idi. Dîn-i islâm bunun için, şirkin kötülüğü üzerinde çok durmuşdur ve bunun için, müslimân olmak, (Kelime-i tevhîd) ile başlamışdır. İnsanlar yaratılışda din hissine mâlikdir. Bunun için, Allaha inanmayan kimse, rûh hastası, psikopat demekdir. Böyle kusûrlu insanlar, büyük ma’nevî bir destekden mahrûm olup, pek acınacak bir hâldedirler. Avrupa fikr adamlarından birinin (Dindârlık büyük bir se’âdetdir. Fekat ben bu se’âdete kavuşamadım) dediği gibi, bizdeki dinde reformculardan Tevfîk Fikret de, (Târîh-i Kadîm)adını verdiği manzûm bir eserinde, müslimânlık ile ve îmân sâhibi olmakla alay etdiği hâlde, şâ’irlik rûhundan fışkıran ve önü alınamayan şu şi’rinde îmânlı olmak ihtiyâcını da bildirmişdir:
Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki, benzer gurbet-i kabre,
İnanmak! İşte âğûş-i rûhânî, o gurbetde.
Varlığı lâzım olan var edicinin bir olduğu, şöyle de gösterilebilir. Birkaç dâne olsa, bunların toplamı vâcib-ül vücûd olamaz. Çünki, bir toplum var olmak için, her parçasının var olmasına muhtâcdır. Varlığı lâzım olan, hiçbirşeye muhtâc olmaz. O hâlde, hiçbir toplum vâcib-ül vücûd olamaz. Varlığı lâzım olan parçaların toplumu, vâcib olamadığı gibi, mümkin de olamaz. Çünki, varlığı mümkin olan şey, kendi kendine mevcûd olamaz. Bir var edici ister. Bu var ediciyi o toplulukdan başka düşünmek, kendilerinin vâcib olmalarına uygun olmaz. Bu toplumun içinde aramak da, birşeyin kendi kendisini var etmesi olur ki, bu da olamaz. Meselâ iki vâcibin toplamı bir vâcib olsa, ya’nî varlığı lâzım olsa, bu vâcib, iki parçasına muhtâç olduğundan, mümkin olması îcâb eder. Hâlbuki, bunu vâcib kabûl etmişdik. İkisinin toplamı mümkin olsa, bu mümkinin bulunmaması lâzım gelir. Burada mümkin demek, birşey var olsa da olur, yok olsa da olur demekdir.
Vâcib-ül vücûdün, ya’nî varlığı lâzım olan şeyin, bir dâneden fazla olamayacağını gösteren bu son düşünce, tabî’iyyecilerin sözünü kökünden yıkmakdadır.