Ümmî olduğu hâlde, târîh, fen, ahlâk, siyâset ve sosyal bilgilerle dolu bir kitâb ortaya koydu. Yalnız o kitâba uyarak dünyâya adâlet yaymış olan hükümdârların yetişmesine sebeb oldu. Kur’ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin en büyüğüdür. Hattâ, bütün Peygamberlerin mu’cizelerinin en büyüğüdür. Bu en büyük mu’cize, yalnız Muhammed aleyhisselâma verilmişdir. Dinde reformcular, Muhammed aleyhisselâmın dahâ çocuk iken, Şâm yolculuğunda bir papasla birkaç dakîka konuşduğu zemân, bütün bu bilgileri, o papasdan öğrendiğini söylerken, utanmaları, sıkılmaları lâzım gelir. Bu kadar çürük, bu kadar gülünç bir iftirâ olamaz. Kâ’be dıvarında yıllarca asılı duran ve sâhiblerini birer dâhi, birer kahraman derecesine yükselten ve binlerce şi’r arasından seçilmiş bulunan fesâhat ve belâgat şâheseri yazıların birer paçavra gibi sökülüp indirilmesine ve yazarlarının başlarının eğilmesine sebeb olan âyet-i kerîmeler, o papasla birkaç dakîkalık konuşmanın netîcesi olamaz! Bugün Kur’ân-ı kerîmin belâgatini yeniden anlamağa kalkışmağa, hiç lüzûm yokdur. O ilâhî kitâb, arabcanın en yüksek zemânında, en salâhiyyetli mütehassıslara, üstünlüğünü imzâlatmışdır. Arab edebiyyâtının mütehassısları olanlardan, Muhammed aleyhisselâmın zemânında yetişenler arasında, Kur’ân-ı kerîmin belâgatindeki ilâhî üstünlüğü görüp de inanmayan yok gibidir.
Zemânında en kıymetli hüner sayılan bir san’atda, üstünlüğünü herkese kabûl etdiren böyle bir şerefi ve kemâli, kendine mal etmeyerek, kimsenin bilmediği bir Allahdan geldiğini söylemesi ve bu şeref ve üstünlükle, kendini değil de, o meçhûl zâtı tanıtdırmağa çalışması, insanlık arzûları ile birleşemiyen ve şöhret, menfe’at düşkünlerinin işine gelmeyen şaşılacak bir şeydir. Hükûmet lezzetini, ilm ve ma’rifet lezzetinden üstün tutanlar, ilmin ve ma’rifetin kıymetini anlıyamıyanlardır. Bir şâ’ir, san’atının en yüksek derecesinde olduğunu gösteren bir dânecik şi’rini, devlet başkanlığı ile değişmez. Değişen olsa bile, maddî menfe’at için değişir. Muhammed aleyhisselâm, kendisinin devlet başkanı olmadığını söylemiş, devlet ve saltanat yerine herkes gibi orta halli yaşamışdır. Ölümünde âilesine birşey bırakmıyan ve göz bebeği gibi sevdiği kızı hazret-i Fâtıma “radıyallahü anhâ”, küçük bir şey istediğinde, (Biz Peygamberler, mîrâs bırakmayız. Bizden kalanlar sadaka olur) buyuran bir zâtın, hükûmet ve saltanat peşinde olacağını düşünmek için insanın beyni sulanmış, vicdânı kararmış olmalıdır. (Bu sözleri kendiliğimden söylemiyorum. Allahın emrlerini bildiriyorum. Ben de sizin gibi bir kulum)diyerek ortaya çıkan o yüce Peygamberin, hâşâ bir yalancı olması ihtimâli o kadar uzak ve o kadar bozukdur ki, bunu Avrupa ve Amerika fikr adamları söz birliği ile kabûl etmek mecbûriyyetinde kalmışdır.