En kısa bir sûre, en az üç âyet olduğu için, Kur’ân-ı kerîmin bütün sûreleri mu’cizedir.
Dördüncü olarak diyorlar ki, her san’atin bir haddi, bir sınırı vardır. Bu sınırda durulur. Aşılmaz. Her zemân, san’atinde, benzerlerinden üstün olan bir üstâd bulunur. Muhammed aleyhisselâm da, zemânındaki şâ’irlerinin en fasîhi, en belîği olabilir. Zemânındaki şâ’irlerin söyliyemiyeceği şeyleri söyliyebilir. Buna mu’ciz denirse, her zemân, her san’atda benzerlerinden üstün olan san’at sâhibinin, benzeri san’atkârların yapamıyacakları birşeyi yapmasına da mu’ciz demek lâzım olur. Bu ise, saçma bir söz olur.
Cevâb: Mu’ciz demek, bir zemânda bulunan ve o zemân insanlarının çoğunun yapamadıkları için çok değer taşıyan ve yapabilenlerce de, en yüksek dereceye ulaşdırılmış olup, insan gücü ile bunun üstünü yapılamıyacağında sözbirliğine varılmış olan ve bu derecenin üstünde bir yapan bulunursa, bunun ancak Allahü teâlâ tarafından olduğuna inanılan şeydir. Böyle olmıyan şeye mu’cize denmez. Mûsâ aleyhisselâm zemânında sihr böyle idi. O zemân, sihr yapanlar, aslı ve vücûdü olmıyan şeyleri, vehmde ve hayâlde, var imiş gibi göstermenin, sihrin en yüksek derecesi olduğunu biliyorlardı. Mûsâ aleyhisselâmın asâsının [Bastonunun] büyük yılan olup, kendi sihrleri olan yılanları yutduğunu görünce, bunun sihrin sınırının dışında ve insan gücünün üstünde olduğunu anladılar. Mûsâ aleyhisselâma îmân etdiler. Fir’avn, bu san’atdan habersiz olduğu için, Mûsâ aleyhisselâmın, sihr yapanların başı olduğunu, onlara sihr öğreten olduğunu zan etdi. Îsâ aleyhisselâmın zemânında, tıb ilmi de böyle idi. Çok ilerlemişdi. Tabîbler, başarıları ile öğünürlerdi. Ünlü mütehassısları, kendi tıb bilgileri ile ölülerin diriltilemiyeceğini, anadan kör doğanların gözlerinin açılamıyacağını söylerlerdi. Bunların, ancak Allahü teâlâ tarafından iyi edileceklerine inanırlardı. Muhammed aleyhisselâm zemânında, Arabistân yarım adasında, şâ’irlik ve belâgat san’atı en yüksek derecesine varmışdı. Yapdıkları şi’rlerin belâgatları ile birbirlerine öğünürlerdi. Hattâ, yedi kasîdenin belâgatdaki üstünlüğü, şâ’irlerin takdîrlerini kazanarak, bunlar Kâ’benin kapısına asılmışlardı. Bunların benzerlerini söyliyen bulunmamışdı. Târîh kitâbları, bunu uzun uzun yazmakdadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmi getirince, aralarında çok çekişmeler oldu. Bir kısmı, bunun Allah kelâmı olduğunu inkâr etdi. Kâfir olarak öldüler. Bir kısm şâ’irler, Kur’ân-ı kerîmin belâgatinin i’câzı karşısında, bunun Allah kelâmı olduğunu anlıyarak, müslimân oldu. Bir kısmı da, bunları görerek, istemiyerek müslimân oldu. Bunlara (münâfık) denildi. Bir kısmı da, karşı koymağa kalkışdı.