Mübârek sakalından, iyi bil,
ağarmışdı ancak, on yedi kıl
Ne kıvırcıkdır, ne de uzun,
her uzvu gibi idi, mevzûn.
Gerden-i pâk-i Resûl-i âfak,
gâyet ak idi ve gâyet berrak.
Eshâb içinden, çok ehl-i edeb,
karnı, göğsiyle, birdi, dedi hep.
Açılsaydı, mübârek sînesi,
feyz saçardı, ilim hazînesi.
Aşka olunca, mahall-i teşrîf,
başka olurmu, o sadr-ı şerîf?
Mübârek sînesi, geniş idi,
ilm-i ledün, Ona inmiş idi.
Ak ve berrakdı, o sadr-ı kebîr,
sanırdı görenler, bedr-i münîr.
Ateş-i aşk-ı zât-ı ezelî,
odlara yakmışdı, O güzeli.
Bilir elbet bunu, pîr-ü civân,
yassı kürekliydi, Fahr-i cihân.
Sırtı ortası hem, etli idi,
kerem sâhibi, devletli idi.
Gümüş teninde, letâfet vardı,
irice mühr-i nübüvvet vardı.
Sırtında idi, mühr-i nübüvvet,
sağ tarafına yakındı, elbet.
Bildirdi bize, edenler ta’rîf,
Bir büyük ben idi, mühr-i Şerîf.
Rengi, sarıya yakın, karaydı.
güvercin yumurtası kadardı.
Etrâfını çevirmiş, sanki hatlar,
birbirine bitişik, kılcağızlar.