● Tâlib-i sâdık [sâdık tâlib], mürşidin sohbetini ganîmet bilip, kendini onun rızâsına tâbi’ kılmalıdır. 6/121.
● Tâlib, ârifin sûretine nazar ederse [zâhirine, görünüşüne bakarsa], bereketinden mahrûm kalır. 4/203.
● Tâlibe, muhabbet, hizmet, âdâb ve şeyhe ittibâ’ lâzımdır. 4/165.
● Tâlibe lâzımdır ki, isteğini ve istek vâsıtalarını [talebin îcâblarını] şeyhe açıklıya. 5/89. [Eshâb-ı Kirâm: 275.]
● Tâlib-i Hak olana [Hakka tâlib olana], Hak teâlâdan başka şeylerden yüz çevirmesi lâzımdır. 4/78.
● Tâlibin zikri ihlâs ile ola. Kendisinde nefsânî arzûlar ve kendine güvenme şübhesi olmıya. 4/170.
● Tâlib-i sâdık [sâdık olan tâlib], zikr ehli ile sohbet eder, gayriler ile zarûret olduğu kadar görüşür. 6/223.
● Tâlibe lâzımdır ki, kâbiliyyetinin artmasını niyâz eyleye [isteye]. 5/143.
● Tâlib-i âhırete, terk-i dünyâ lâzımdır. [Âhıreti taleb edene, dünyâyı terk lâzımdır.] 4/83.
● Tâlib olan, vâsıl olan [kavuşan] ve idrâk sâhibi olan dahî kalbdir. 5/52.
● Tâlib ile matlûb arasında en büyük perde, kendi nefsidir. 6/184.
● Tâlib, bağlandığı şeylerden boşalmadıkca [ayrılmadıkca] ve var olmak ve diğer üstün sıfatları, asla [Allahü teâlâya] âid olduğunu bilmedikce [kabûl etmedikce], bekâ bulamaz. 6/215.
● Tâlibin maksadı, nisbetin husûli olmalıdır. [Allahü teâlâya yaklaşmanın ele geçmesi olmalıdır.] Onu bilmesi şart değildir. Kolaylıkla ve çabuk ele geçen nisbet, o kadar kıymetli değildir. Zorlukla ve yavaş yavaş olan makbûldür. Eğer tâlib acele ederse, hevesine kapılmışdır. Büyükler bu talebde ömrler harcamışlardır. 4/122.
● Tâlib, kulluğu kadar ve kendini yok ve muhtâc bilmesi kadar kemâlâta kavuşur. 4/204.
● Tâlib-i izdiyâd olmak [artmasını istemek] mevcûda râzı olmamak değildir. [Mevcûda râzı olacak, dahâ da isteyecek.] 6/206.
● Turuk-ı vusûl, mahlûkatın nefesleri adedincedir. [Allahü teâlânın rızâsına, ma’rifetine götüren yollar, mahlûkların nefesleri adedincedir.] Çünki, her hayâli, aslına kavuşduran bir yol vardır. Her mahlûkun ayn-ı sâbitesi başkadır. Lâkin cümle yollar, islâmiyyet dâiresinde toplanmışdır. İslâmiyyetden ayrılan, yolda kalır. İslâmiyyet bir ağacın gövdesi, tarîkatler, bu gövdeden ayrılan dallardır. 4/29.[Se’âdet-i Ebediyye: 89.]