Onun için kabr kazıyorlardı. Onlara yardım ederim diye, yanlarına gitdim. O sırada saçı sakalı ağarmış, hoş kokulu bir ihtiyâr, beyâz bir merkebe binmiş olduğu hâlde oraya geldi. Bu cenâze kimindir, diye sordu. Bir müslimânın cenâzesidir, dediler. Bunun yakını var mı, diye sordu. Bir kişiyi göstererek, bu onun kölesidir, dediler. Köleye, senin efendin hiç bir kavme reîs oldu mu veyâ sultânların yapdığı bir iş yapdı mı, diye sordu. Köle onu bilmem, yalnız bu kimse ganîmetlere hıyânet ederdi, dedi. Ak saçlı ihtiyâr, bunun nemâzını kılmayınız, dedi. Biz nemâzını kılmak için kalkdık. O ihtiyâr zât, bizden yüz çevirip gitdi. Onu bir dahâ göremedik. Meyyiti kabre koyduk. Kabrde bir kazma unutmuşuz. Köle, ben bu kazmayı emânet almışdım. Defnden sonra geri verecekdim, dedi. Kazmayı almak için kabri açdık ve defn etdiğimiz şahsı kabrde oturmuş, kazmanın halkası boynuna geçmiş ve kazmanın sapını eline almış vaziyyetde gördük. Onu o hâliyle bırakdık. Kazmanın sâhibine durumu haber verdik. O da bizim gördüğümüz hâli gördü.
Yine İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” bir kimseden şöyle rivâyet etmişdir: Hac günlerinden bir gün, Mekke mahâllelerinden birinde dolaşıyordum. Mekke halkının bir yere toplandığını gördüm. Ben de oraya gitdim. Yer, siyâh bir kimseyi içine çekip yutuyordu. Halk, kazma ve kürekle, onun yere batmasını önlemeğe çalışıyordu. Ancak mâni’ olamıyorlardı. Ondan ümmîdi kesdiler. Halk, sen ne kötü amel işledin de, bu cezâya müstehak oldun, söyle de biz onu yapmayalım, dediler. Siyâh kimse hiç cevâb vermedi. Yer onu kalçasına kadar yutdu. Ağlıyordu. Halk ona ısrârla, sen ne kötü amel işledin de, bu cezâya müstehak oldun? Söyle de başkalarına nasîhat ve ibret olsun, dediler. O kimse yine hiç cevâb vermedi. Göğsüne kadar yere batınca şöyle dedi: Ben Hârem-i şerîfin güvercinlerini yakalayıp, keserek yimeği âdet hâline getirmişdim.
İmâm-ı Müstagfirî “rahmetullahi aleyh” şöyle nakl etmişdir: Bir gurub insan hacca gidiyordu. Hâreme ulaşıp, orada bir yerde konakladılar.