Tevhîd-i vücûdî sâhibleri de böyle demiyor mu?
Cevâb: Evet, herkes, ben deyince, kendi hakîkatine işâret eder. Fekat, hakîkatleri, a’râz ya’nî hâller topluluğu olduğundan, bunlara işâret olunamaz. Çünki, hâllere, yalnız olarak işâret edilemez. İnsanın hakîkati, işâret kabûl etmeyince, bu işâret, bu hakîkatin kayyûmu olan Zât-i ilâhîye olur. O hâlde mahlûk başkadır. Hâlık başkadır. Tevhîd-i vücûdî sâhiblerinin sözü gibi değildir. Şaşılacak şeydir ki, mahlûkun ben demesi ile Hâlık teâlâya işâret edilmiş olmakla berâber, mahlûk, kendi hâlinde mahlûk olarak kalıyor. (Sübhânî) demek ve (Enelhak) demek doğru olmuyor. Belki de, ayrılığı görerek, bunları söyliyemiyor.
Süâl: Mahlûkun Zât-i teâlâ ile varlıkda durabilmesi, Zât-i teâlâda değişiklik olması değil midir? Bu ise olamaz.
Cevâb: Mahlûk, Zât-i teâlâya hulûl etmemiş, birleşmemişdir. Yalnız varlıkda kalması, Zât-i teâlâ iledir.
Süâl: Mahlûklar hep a’râz, hâller ve sıfatlar olunca, bir yerde bulunması lâzımdır. Çünki hâl, kendi kendine bulunamaz dedik. Bu yer, Zât-i teâlâ olamaz. Adem [yokluk da] olamaz. Bu yer neresidir?
Cevâb: A’râz [ya’nî hâller, özellikler] kendi kendine varlıkda kalamaz. Başka birşeyde bulunur. Fizikciler, bu berâberliği, hulûl şeklinde anladıklarından, a’râz için bir yer arar. A’râz [hâller] yersiz olmaz der. Hâlbuki, söylediğimiz ma’nâda varlıkda durmak için, yer lâzım değildir. Biz anlıyoruz ki, herşey, Zât-i teâlâ ile durmakdadır ve hulûl ve yer, hiç yokdur. Fizikciler, bu sözümüze ister inansın, ister inanmasın. Onların inanmaması, bizim gördüğümüzü, bildiğimizi değişdiremez. Böyle olduğunu biliyoruz. Onların şübhesi; bilgimizi bozamaz. Bu sözümüzü, bir misâl ile açıklıyalım: Hokkabazlar, birçok garîb şeyler gösterir. Herkes, bu gösterilerin, kendiliklerinden varlıkda durmadıklarını bilir. Hokkabaz ile durduklarını ve bir yerde de olmadıklarını bilir. Yine bilirler ki, bunlar hokkabaza hulûl etmemişdir. Yalnız onun ile varlıkda bulunuyorlar. İşte Hak teâlâ, eşyâyı his ve vehm mertebesinde yaratmışdır. Onları varlıkda durdurmakdadır. Ebedî işleri ve sonsuz azâb ve ni’metleri bunlara bağlı kılmışdır. Bu eşyâ, varlıkda kendi kendilerine durmuyor. Hulûl olmadan, birleşmeden, Zât-i ilâhî ile durmakdadır. İkinci bir misâl, bir dağın veyâ gök yüzünün, aynada görünmesidir. Aklı olmıyan, bunları cism sanır. Kendiliklerinden aynada duruyor der. Fekat birisi, aynadaki şeklleri sıfat sanır ve ayna ile bulunuyor der ve sıfat oldukları için, bunlara bir yer lâzımdır, bilirse, bu kimse de abdaldır ki, başkalarına uyarak, meydânda olan bilgisini inkâr etmekdedir. Çünki, aklı olan, bu şekllerin yeri olmadığını, yere muhtâc olmadıklarını bilir. İşte, keşf ve şühûd erbâbı, bütün eşyâyı, aynadaki sûretler gibi görür. Allahü teâlâ, bu sûretlere kuvvet vermiş, yok olmakdan korumuşdur. Âhıretdeki sonsuz işleri, bunlara bağlamışdır. Kelâm ilmi büyüklerinden ve mu’tezîle mezhebi âlimlerinden Nizâm, herşeyi sıfat bilmiş, maddeyi inkâr etmişdir. Kısa görüşlü olduğundan, bu sıfatların, Hak teâlâ ile durduğunu bilemedi. Aklı olanlar tarafından ayblandı. Çünki, sıfatın, başkası ile bulunması lâzımdır. Sôfiyye-i aliyyeden (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, herşey sıfatdır ve hepsi, bir varlık ile durmakdadır demiş ve bu varlık da, Zât-i ilâhîdir demişdir. Fekat bu sıfatlar, bir ân için vardır ki, iki zemânda varlıkda duramaz. Âlem, her ân, yok olur ve bir benzeri yerine gelir. Her ân böyle olur demişdir. Bu fakîre göre, bu bir görüşdür. Hakîkat değildir. Bunu, (Şerh-i rubâ’ıyyât) hâşiyesinde açıklamışdım. Ya’nî, tesavvuf yolunda yürüyenler, nihâyete varmadan önce, bütün âlem gözünde gayb olmadan evvel, bir ânda âlemi yok görür, ikinci ânda var görür. Üçüncü zemânda yine yok görür. Dördüncü ânda yine var görür. Tâm Fenâ ile şerefleninceye kadar, ya’nî bütün âlemi her zemân yok görünceye kadar, böyle olur. Fenâ hâsıl olunca, âlemi hep yok bilir.