Fârisî beyt tercemesi:
Derd-i gamın olmadan geçen ömrüme yazık, yüzlerce!
Keşki gamına yakalanmış olsaydım, dahâ evvelce!
Bu ma’rifetin, tanımanın hâssaları, alâmetleri vardır, buyurmuşsunuz! Tevhîd, hakîkatde şühûdîdir, görmekledir. Vücûdî, ya’nî hakîkatde mevcûd değildir ki, bu alâmetlerin hâsıl olması lâzım gelsin. Tevhîd hâllerinin hepsi, sâlikin görüşüdür. Onun sıfatları değişmez. Allahü teâlânın sıfatları hâline dönmez. Hakîkatleri değişmez. Mümkinin, ya’nî mahlûkun sıfatları, Allahü teâlânın sıfatlarının aynı olabilseydi, Muhammed aleyhisselâmın hidâyeti, Allahü teâlânın hidâyeti olurdu. Hâlbuki Allahü teâlâ, (Ey Habîbim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen, sevdiğini hidâyete, doğru yola getiremezsin. Fekat, Allahü teâlâ istediğine hidâyet ihsân eder) buyurdu. Bunun gibi, hadîs-i şerîfde, (Siz dünyâ işlerinizi dahâ iyi bilirsiniz!) buyuruldu. Bunlar ne demekdir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, ilm-i ilâhî için bu sözü söyliyebilir mi idi? Bunun gibi, (Sen gaybi bilmiş olsaydın!) ve (Bana ve size ne yapacağını bilmem) meâlindeki âyet-i kerîmeler, bunu hikâye buyuruyor. Bunların hepsi mahlûkla Hâlıkın sıfatlarını ayırmıyor mu? Burada, elverişli olan sâliklere, çok fâideler vardır. Çünki, seyr-ü sülûkden, ya’nî tesavvuf yolunda yürümekden ve riyâzet, mücâhede, sıkıntı çekmekden maksad, Allahü teâlâdan başka, herşeyin sevgisinden kurtulmakdır. Bu da Tevhîd-i şühûdî ile hâsıl oluyor. Bütün bu uğraşmalar, kulluğun, aczin, zevallılığın meydâna çıkması ve hiç olduğumuzun anlaşılması içindir. Yoksa, kullukdan kurtulmak için ve (hâşâ) Allah olmak için ve Onun zâtının kemâlâtına kavuşmak için değildir. Bunları istemek benlik ve kendini büyük bilmek olur. Büyük üstâd buyurdu ki: (Kulluk ile sâhiblik, âmirlik ve me’mûrluk bir arada olamaz).
(Vahdet mertebesinde hakîkî fânî olmak, bu yolun nihâyetidir) sözüne gelince; Vahdet-i vücûd erbâbı, hep enfüse âşık olduklarından, kemâl üzere fânî olacakları söylenebilir mi? Fânî olmak demek, Allahü teâlâdan başka, herşeyin sevgisinden kurtulmak demekdir. Hâlbuki bunlar, her ân, her zerreye âşıkdır. Her ne kadar zerreleri Ondan başka bilmezler ise de, hakîkatde O değildirler. Onun gayrısından temâmen ayrılmak ve yok olmak için, bu girdâbdan kurtulmak, Onu âfâk ve enfüsün dışında aramak lâzımdır. Yâhud şöyle cevâb veririz ki, bu hâssalara ve alâmetlere mâlik olmak, bu Fenâda olmıyor. Bekâ makâmında hâsıl oluyor. Çünki, Fenâ ve yok olmak zemânında, mahlûkat bilinmiyor. Mahlûklar, madde ve sıfat hâlinde olmıyor. O hâlde, tevhîd mertebesinin nihâyetine yetişip hakîkî Fenâ hâsıl olur da, kendisinde bu alâmetlerden hiçbirisi bulunmıyabilir. Bu alâmetlerin hâsıl olması, nihâyet ve kemâl olursa, Fenâ bulmağa nihâyet demek nasıl doğru olur?
Asl sözümüze dönelim! Mümkinâtın, mahlûkatın varlığı olsaydı, o zemân (Fenâ-i vücûdî) olurdu. Hâlbuki, onların vücûdleri, yalnız görünüşdedir. Emânet bırakılan şey, emânetcinin olmaz, sâhibinindir. Burada ilmin değişmesinden başka birşey yokdur. Fekat (Kulumu, beni zan etdiği gibi karşılarım) buyurduğu için, burada da, bu tevhîd-i şühûdî olgunlaşdıkca, sâlike dahâ başka mu’âmele ederler. Bu alâmetleri, dahâ çok hâsıl ederler. Başkaları bu mu’âmelelere inanmıyabilir. Çünki onlar, tevhîd yolunda henüz ilerlemekdedir. Hâlbuki bunlar, tevhîdin hakîkatlerine varmış ve inceliklerine öyle dalmışlar ki, özüne işlemişler, yüksek derecesine ermişlerdir. Sonra, Allahü teâlânın imdâdı ile bu makâmı geçerek, Peygamberler “aleyhimüsselâm” için ayrılmış olan ilmlere kavuşmuşlardır.
Ey merhametli kardeşim! Tevhîd-i vücûdî ma’rifetlerinden bildiklerinizi yazınız ki, bunlar kıymetli hâllerdir. Bunlara kim ne diyebilir? Evliyânın büyükleri, bundan çok şeyler söylemişdir. Her ne kadar muhabbet serhoşluğu ve aşkın çokluğu ile söylemişler ise de, onların söylemeleri, kıymetini göstermekdedir.